Kanuni Sultan Süleyman (1)

Devri mi, yoksa kendisi mi? Üstat Necip Fazıl, Kanuni'yi, "Devri kendisinden büyüktü" diye değerlendirmiştir. Böylece Kanuni'yi fevkalade veciz bir cümleyle tarihteki yerine oturtmuştur. Kanuni her şeyden önce gayet zengin ve mükemmel bir devlete padişah olmuştu. Buna mukabil Osmanlı devletindeki duraklamanın Kanuni döneminde başladığı da temel bir gerçektir. Osmanlı tarihinin özellikle ekonomik ve mali cephesi üzerinde duran gerçekten kıymetli tarihçiler bu görüştedir. Bu görüşte olan sağcı ve solcu tarihçiler mevcut olmuştur.
Benim Kanuni ile ilgili bu yazımda durmak istediğim esas konu farklıdır. Kanuni dönemi uzun bir tarihsel süreç içerisinde örtülü bir şekilde cereyan etmiş, ülkenin yönetiminde son sözün padişahta mı yoksa devlet ricalinde mi (bürokrasi) olacağına dair çekişmenin kesin bir sonuca bağlandığı zaman dilimidir.
Bu konu işlenince, şehzade kavgalarıyla birlikte bu geçiş döneminde Hürrem'in üstlendiği sosyo-politik rol -bunun Kanuni ile aralarındaki sevdayla ilgili bir ilişkisi yoktur- ortaya çıkacaktır. Nasıl olup da Kanuni'nin en parlak şehzadelerinin değil de, kendisine sarhoş lakabı takılacak olan özellikle de Kıbrıs şarabı içmekle malum ve maruf Selim'in tahta geçmiş olabilmesi de aydınlığa çıkacaktır. Daha da önemlisi II. Selim'den sonra artık niçin şehzadelerin bir sancağa görevli olarak gönderilmedikleri de anlaşılmış olacaktır.

YAVUZ'UN VİZYONU
Konuya girebilmemiz için önce birbirine halef ve selef olmuş iki padişahın vizyon ve hedeflerinden başlayarak, yine her ikisinin devri arasındaki bazı önemli farklılıklara değinmemiz gerekecektir.

Yavuz'un vizyonu Safevi devletini yıkmak ve İran'ı bir şekilde Osmanlı devletine bağlamaktır. Yavuz Sultan Selim'in bu hedefine hem ümera hem de ulema, yani devletin bütün ricali karşıydı. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'le Şeyhülislamın verdiği fetva ile değil de bir müftüden aldığı fetva ile savaşabilmiştir. Bu olay Osmanlılarla Safevilerin arasındaki savaşın mezhep farkından kaynaklanmadığının kesin ve yeterli delilidir. Yavuz'un -belki Özbek hükümdarı Şayban'la da birleşerek- harekatını Babür Şahı yenerek sonuçlandırmak gibi bir hedefi olduğunu da bazı önemli kaynaklar nakletmektedirler. Hatta Yavuz Sultan Selim'in ikinci seferinin yine İran'a yönelik olarak kendisi tarafından tasarlandığı ancak yolda devlet ricalinden gördüğü büyük engelleme karşısında hedefini Mısır'a çevirdiği muasır tarihçilerimiz tarafından ifade edilmiştir-ki doğrudur.
Mısır seferinden sonra da Yavuz aynı vizyon ve hedefinde ısrarlı olmuştur. Devlet ricali ise yeni bir İran seferi yerine Rodos'un alınmasını Yavuz Sultan Selim'den istemekteydi. Temelde ki bu uyuşmazlık divan-ı hümayunda birçok konularda gerilimlere yol açıyordu. Haydar Çelebi Ruznamesinden Yavuz'un divanla arasının açık olduğunu, bazı divan toplantılarına gitmediğini yani divana küstüğünü bazen de yanında hususi suretle meşeden yaptırdığı bir sopayı kendisine itiraz edenlere karşı kullanmak üzere divana giderken yanına aldığını öğreniyoruz.

Hatta bir gün Topkapı Sarayı'ndan Haliç'e bakan Yavuz Sultan Selim tersanede yeni imal edilmiş üç tane gemiyi görünce çok hiddetlenmiş ve Kaptan-ı Derya'nın boynunu vurun demiştir. Bir süre sonra Yavuz'un çok takdir edip sevdiği Sadrazam Piri Mehmet Paşa Yavuz'un huzuruna gelir ve Kaptan-ı Derya'yı överek, "Padişahım yanlış anlaşılmış, bu gemiler sadece denenmek için Haliç'e çıkartıldı. Yoksa size Rodos'u hatırlatmak gibi bir amaç güdülmemiştir." Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim Han meyus bir ifadeyle, "Peki dediğin olsun. Anladığım kadarıyla benim ülkeler fethetmeye hasret ruhumu bir hırsız kalesine (Rodos) hapsetmek istiyorsunuz. Fakat Allah biliyor ki benim son seferim öbür dünyayadır" der. Yavuz haklı çıkar. İstanbul'dan Edirne'ye giderken yarı yolda Hak vaki olur.

Yavuz'un yerine tek şehzadesi Süleyman geçer. Tek şehzade olduğu için tahta çıkmasında hiçbir problem olmaz. Süleyman babasının doğu vizyonunda ısrarlı olmaz. İlk seferi olarak cülusundan iki yıl sonra Rodos'a çıkar ve Rodos'u alır. Devlet ricalinin dediği olmuştur.

Yavuz'un bir hırsız kalesi olarak gördüğü ve orayı fethetmenin kendi ruhu için bir hapse girmek olarak addettiği ada Sultan Süleyman tarafından alınmıştır.

Kanuni döneminin ikinci yarısında dıştan bakınca gayet zengin ve müreffeh olarak görünen, toplum içinden incelendiği vakit bazı katmanlarda fukaralaşmanın yaygınlaştığı görülür. Celal adlı bir kişinin öncülüğünde ilk halk ayaklanması yaşanır. Bundan sonraki bütün ayaklanmalara Celal ismine izafeten Celali İsyanları denir. Osmanlı devletinin gelirlerinde de bir azalma başlamıştır.
İşte Muhteşem de denilen Kanuni Sultan Süleyman, müstakbel varisine böyle bir imparatorluk bırakacaktır.

Aydın Menderes

SİYASET VE STRATEJİ
İhtilalcilerin devleti ele geçirecek güce ulaşmaları yeterli değildir, devletin de kendini koruyabilme iradesini tamamen yitirmiş olması gerekir.
Karl MARKS

BİR ŞİİR
Kimsesiz hiç kimse yok, var herkesin bir kimsesi
Kimsesiz kaldım yetiş, ey kimsesizler kimsesi
Ruşeni