Bizim Kanuni-2

‘Bizim Kanuni de nereden çıktı, kaç Kanuni var ki?’ diyen okurlarımız oldu dünkü yazımızdan sonra. Biz de onlara bugünkü yazımızla meselenin izaha kavuşacağını anlatmaya çalıştık. Kısa bir hatırlatma yapacak olursak:

Bir özel kanal ‘’Muhteşem Yüzyıl’’ ismiyle Kanuni Sultan Süleyman Devri’ni dizi olarak göstermeye karar vermiş. Vermiş de biz o dizinin fragmanlarında gördüğümüz Kanuni’yi tanımadığımızı belirtmiştik dünkü yazımızda. Üstüne üstlük bu yetmiyormuş gibi, belli köşe yazarları mevzuya balıklama atlayıp efkârı iyiden iyiye bulandırmaya başladılar.

Hele bunlardan bir tanesi var ki birçoğumuzun yazılarını severek takip ettiği, Altan kardeşlerin edebi olanı, tuttu köşesinde Kanuni ile ilgili naedep çağrışımlarda bulundu. Neymiş efendim Kanuni yakın arkadaşı ve veziri olan İbrahim Paşa ile çok yakınmış; ama öyle bizim sandığımız gibi değilmiş. Ne diyelim, pes demekten başka bir şey kalmıyor insanın elinde böylesi bir iftiradan sonra.

Bütün bu arızalı tarih anlayışları bizde de ‘Bizim Kanuni’yi yazma ihtiyacı hissettirdi. Meselenin hulasası bu olsa gerek diyerek mevzua girelim.

Malum dizi Kanuni’yi elinde kılıç, dünya haritasını yere sermiş ‘burayı da alacağım, şurayı da ele geçireyim…’ diye harisane nutuklar atarken tasvir ediyor. Hâlbuki Osmanlı devlet mantığında kuru bir cihangirlik gayesi yoktur. Kuru cihangirlik diyorum; çünkü amaçsız bir şekilde yalnızca şahsi veya toplumsal dürtülerin tatmini için yapılan savaşlar, bizce kuru cihangirlik olarak adlandırılır. Siz belli bir ideal ve insanlık faydası gütmeden sadece ötekini yok etmek için şartlanmış Cengiz Han ya da ikinci bir Büyük İskender olma motivasyonundan başka bir motivasyonu olmayan Napolyon’u, Kanuni ile aynı kefeye koyarsanız, en hafif ifade ile mugalâta yapmış olursunuz. Bu da meseleyi kökten değiştirir.

İdam, fiili olarak bir adam öldürme faaliyetidir ki motivasyonu adalet vermedir. Bir katili infaz ettiğinizde siz de o katil ile aynı fiili yapmış olursunuz; ama size katil denmesi ayrı bir adaletsizliğin konusu olur. Bu kıyastan hareketle istila ile fetih arasında ya da istilacı ile fatih arasında bir paralellik kurulursa benzer bir mantıksızlığa kapı aralanmış olunur. İstilacı sadece ganimet ve ötekini yok etme gayesi ile çarpışırken, fatih kendince değerli olan manevi motivasyonu ile savaşır. Savışında da belli kriterler ve ulvi gayeler (kendilerince) vardır. Bu gayelere katılmayabilirsiniz; ancak yine de bir fatihe çapulcu, istilacı muamelesi yapamazsınız. Osmanlılar fetih siyasetlerini gaza yani ilay-ı kelimetullah (Allah lafzını yüceltme) motivasyonu ile yapıyorlardı. Fethettikleri beldelere ilahi adaleti götürme, zulüm altında inleyen toplumlara hak ettikleri insanca yaşama standartlarını sağlama, temel hedefleriydi. Eğer bir tarihi yargılama yapacak isek bugünün kriter ve verileriyle değil; o günün şartları ve değer yargıları ile yapmak zorundayız. Osmanlı coğrafyasında yaşayan insanların hayatlarındaki toplam kalite ile sair coğrafyalarda yaşayan insanların toplam hayat kalitelerine baktığımızda arada Osmanlı lehine bariz farklar görüyoruz. Toplam kaliteden kasıt; ekonomik standartlar, din ve vicdan özgürlüğü noktasındaki standartlar, toplumdaki can ve mal özgürlüğü alanındaki düzenlemeler, adaletin doğru ve erken tecellisi hususundaki uygulamalar, ailenin özellikle kadının toplumdaki statüsü ve saygınlığı vs. İşte zikredilen tüm bu hususların o devrin toplumları arasındaki mukayesesi, bize ilgili devletle alakalı bir fikir verebilir. Yoksa elbette ki bugünün insanlarının 500 senenin verdiği tecrübî bir birikimle bazı hususlarda seleflerinden ileri olmaları gerekir.

Bugünün değer yargılarında, özellikle batılı ülkelerde erkeklerin birbirleri ile münasebetlerinde belli bariyerler var. Siz bu bariyerleri aştığınızda batıda hemen homoseksüel damgası yersiniz. Mesela bulunduğunuz şehrin meydanında bir dostunuzla el ele gezdiğinizde batılı kültür algısı hemen hadiseye malum şekilde kilitlenecektir. Hâlbuki doğu kültüründe iki erkek çarşı pazarda dostluklarının nişanesi olarak el ele gezer ve kimsenin aklına da cinsi sapıklık gelmez. Ya da Türkiye’ye gelen turistlere yapılan standart bilgilendirmede “eğer sokakta bir Türk gelir de çocuğunuzu öperse başka yere çekmeyin; zira Türkler çocuk sevgilerini bu şekilde ifade ederler, kesinlikle pedofili değildir’’ denilir.

Şimdilerde aynı iftira maalesef, Mevlana ile Şemsi Tebrizî’ye de atılır oldu bazı Batılı araştırmacılarca. Onların hareket noktaları da aynı yanılgıdan geçmektedir. Bugünün Batılısı, iki erkeğin birbiriyle muhabbet edemeyeceğine inanır. Mevlana ile Şems’in birbirlerine hissettikleri mistik tutkuyu bu yanılgıdan hareketle başka yere çekiyorlar.

İşte Kanuni ile İbrahim Paşa’nın yakınlıklarını bu kültürel alt yapı üzerinden ele almaz iseniz, 500 yıl öncesinin verileri sizi çok farklı noktalara götürür.

Tercan Ali Baştürk