Harem'e "Fransız" kaldım

Sözkonusu olan; "saray, bir padişah ve Avrupalı bir kadın" olduğunda genel eğilim filmin baş ve doğru kahramanı kadın ile neredeyse onun ehlileştirdiği iktidar yani somut ve soyut tüm otorite göstergelerini taşıyan adam/padişahın tütsülü aşkını anlatmak olur.

Malzemesi yukarıda sayılanlar olan dış kaynaklı filmlerin izlediği yol hatırlatmaya çalıştığım. Bu anlamda Özpetek'in anlattığı aşk hikayesi bu klişe malzemenin ötesine geçmiş ve güçlü bir hikayeye dayandırılmış, Türkçe ögeler taşıyan bir Avrupa filmi olarak nitelendirilebilir.

Yüzyılın başındaki son Osmanlı hareminde padişahın gözdesi Safiyye ile Haremağası Nadir arasındaki arkadaşlık, aşk ve suç ortaklığı gerek kişisel gerekse Haremin genel tarihini ve psikolojik örüntüsünü anlatabilmek açısından oldukça stratejik bir noktada başlıyor ve gelişiyor.

İtalyan kökenli Safiyye opera tutkunu olan padişah için İtalyan operalarını tercüme ederken Valide Sultanın ve Nadir'in yardımlarıyla padişahın sevgili gözdesi olmayı ve ona bir çocuk vermeyi başarıyor.

Nadir'le aralarındaki işbirliği başta iktidar merdivenlerini tırmanma amaçlı bir ortaklık olsa da zamanla bu dostluk aşka dönüşüyor. Ancak koşulların elverişsizliğinin farkında olan ama bu imkansızlıkları ve sözkonusu ilişkinin meşruiyetini bir an olsun sorgulamayan bir aşktır bu. Birbirlerinin yanında kendileri gibidirler ve bu aşk her ne kadar varlığını "oyun"dan alsa da zayıf olanın elendiği bu rekabet ortamında onların özgür olabildikleri tek alandır.

Röportajlarında bu film sırasında yapmış olduğu araştırmalar sayesinde II. Abdülhamid'i daha iyi tanıdığını ve hatta bazı yönlerden ona hayran kaldığını belirten Özpetek'in çizdiği padişah karakteri de ismini "Kızıl Sultan" lakabiyle fişleyip bir daha düşünmemek üzere zihin kütüphanelerine kaldırdığımız bildik II. Abdülhamid'den biraz daha farklı. Yönetmen (ve aynı zamanda senaristlerden biri) Ferzan Özpetek'in Abdülhamid'i hüzünlü, düşünceli, bilge ve sanatsever bir padişah. Harem'deki kadınların planlarına, iç sıkıntılarına ve iktidar mücadelelerine de sağır. Çünkü o gerçeği biliyor. Saray efradı ve harem, herkes kendi toy zaman anlayışı içinde kesintisiz süreceğine inandıkları bu günlerin kendi lehlerine devamını sağlamak için büyük bedeller öderken o, yaşananın son güzel günler olduğunun farkında:

"Hayatını nasıl yaşadığın değil, onu kendine ve başkalarına nasıl anlattığındır önemli olan."

Pek çok hikaye anlatıcısı var filmde. Bazen hikayeler iç içe geçiyor ve onu aslında ve gerçekte kimin yaşamış olduğu karışıyor, hoş, zaten kim yaşamış olursa olsun hikaye anlatanın değil mi? 1908'in uzun harem gecelerinde kadınlar bir yandan nargile içiyor bir yandan Gülfidan Kalfanın anlattığı hikayeyi dinliyorlar.

Ve Yıl 1954; yaşadığı yasak bir aşk nedeniyle İtalya'yı terk etmiş olan ve İstanbul üzerinden Mısır'a gitmeyi düşünen gözü yaşlı genç bir kadın garda tanıştığı yaşlı kadının ve İstanbul'un o muhteşem zamanlarının gizemine kaptırır kendini ve hayatı değişir. Bu genç kadın varlığını Hamam'ın her karesinde hissettiğimiz teyze Anita'nın gençliğinden başkası değildir. Zaman ve hikayelerin salınımı içinde mecrasını kendiliğinden bulan hayat gibi, Özpetek'in kurgusu öyküleri, kahramanları ve figüranları birbiriyle ilintilendirir durur.

II. Abdülhamid Han'ın sürgüne gönderilmesini ve bir dönemin bitişini haremin dağıtılması ekseninde yoğunlaşarak ele alıyor "Harem" filmi. Saray için eğitilmiş, piyano çalabilen, yabancı dil bilen ve "Kadın" olmanın tüm inceliklerine vâkıf bu hanımların haremin dağıtılmasıyla nasıl bir boşluğa sürüklendikleri, yeni yönetimin "padişahın namusu"nu nasıl çarçur ettiğini hüzünlü bir üslupla aktarıyor.

Film, tarihi bir gerçeği yönetmenin kişisel eğilimlerinden bağımsız olmayan küçük bir ışık hüzmesiyle aydınlatma işlevini görüyor görmesine, ama anlatım bakımından işinin üstesinden geldiğini söylemek çok zor. Yönetmen bazı şeyleri 'sezdirme' pahasına öyküden ödün veriyor ve salt "îmâ" ile oluşan bu boşlukları yeterli bir sinematografik dille kapatamıyor. Görüntü yönetmenlerinin yıldızını parlatan çıplak hamam sahneleri ile oryantalist ressamlara göz kırpılıyor ve zihinlerde kalan harem imajı bu yönüyle daha da perçinleniyor. İfadelerinde "harem bir eğitim yeriydi" diyen Özpetek'in filmi, kadınların çatal bıçak tutma ve sanatsal faaliyetleri padişahla birlikte izleme dışında nasıl bir eğitim aldıkları konusunda bizi bilgilendirmiyor. Padişah dışında neredeyse tüm saray halkı çoğunlukla Fransızca konuşuyor.

Kısaca bir Türk filmi olarak özenle çalışıldığı belli ve çıtanın üzerine çıkmayı başarabilen bir film Harem. Ama büyük bütçeli bir Avrupa filmi olarak hakkındaki reklam ve söylentilerin doğurduğu beklentiyi karşılayamıyor.

Nihal Bengisu Karaca - Aksiyon