Fatih’in kardeşi Ahmed, Hind’e padişah olmuştu
Hem, dedim, senin okuduğun tarih kitaplarında Fatih’in tahta geçer geçmez bir yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmed’i boğdurduğu yazılıdır, değil mi? Bu yüzden de birçok kimse, “Kanunnâme”deki “kardeş katli”ni sözümona ‘emreden’ maddenin yazarı ve uygulayıcısı olduğuna inanır Fatih’in. Şayet bu kadar önem verilen bir “kanun” idiyse bu, neden aslını bulamıyorlar, söyler misin bana?
Yani Kardeş Katli’ni kanunlaştıran Fatih değil miydi? Bütün bildiklerimiz yanlış mı şimdi? Ne yalan söyleyeyim, hem rahatladım, hem de kafam allak bullak oldu…
Dışarıda soğuk eksi 10′u, saat 11′i vurmuş, sevdalı bir kalabalığın huzurundan Osmanlı selamıyla ayrılırken yağmur gözlü yiğitlerden birisi yanıma yaklaşmış, hayret kayığına bindirdiği kelimelerden sorular örüyordu habire. “O zaman şu…” Sözüne bıçak çekiyorum, “Var mısın”, diyorum, “buzdağının dibine dalmaya?” Tereddütle karışık bir “Varım” sözü tütüyor ağzından. “Gel o halde” diyorum bir sandalye çekerken yanıma, “şuradan başlayabiliriz dalmaya: Fatih İstanbul’u ne zaman fethetmişti?” Belli ki beklenmedik bir soru oluyor. Duraklıyor, kelimeleri dişiyle dudakları arasında iyice ezerek, “29 Mayıs 1453, değil mi?” diyebiliyor. Anlıyorum tabii, koskoca adam bu basit soruyu bana sorduğuna göre vardır bir hinlik diye kuşkuya yatmış vaziyette. “Bak” diyorum…
Bakıyor. “Madde bir”, diyorum, “Fatih İstanbul’u fethetmemişti!” Gözbebeklerinden Fesubhanallahlar düşüyor kalın buzların üzerine; zıplıyor, sesini duyuyoruz. “Fatih İstanbul’u değil, Kostantiniyye’yi fethetmişti” diyerek merakını gideriyorum hemen. Ardından ekliyorum Fatih sevdasında hepimize beş çeken Levon Panos Dabağyan’ın sözlerini yankılayarak, “Allah kimseye İstanbul’un fethini nasip etmesin”. Önce bunu bir kelime oyunu zannediyor, altını birkaç kez çizerek düşünüyor.
O düşünedursun, ben ikinci maddeyi seriyorum çarşaf gibi önüne: “Fatih İstanbul’u 1453′te değil, 857′de fethetmişti. Bir başka deyişle o, Peygamber-i Zişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretinden tam 857 yıl sonra giriyordu İstanbul’a. Zaten yolunu şaşırmış Miladi takvimle kutlu müjdeyi asırların üzerine sağanak gibi yağdıran bir adamın ne işi olabilirdi ki?”
“Kilid-i mülk-i İslam” tabiri Alvarlı Efe’nin kemâl pınarlarından taşmış, Erzurumluların gönül gözlerine bir lens gibi asılmıştı. Bunu gördüm Erzurum’dan tüten nefeslerin şehrin üzerinde kurduğu görünmez otağda. Bu kilidin içinde dönüyordu anahtarım. Yağmur gözlerinde yatağanlar uçuşuyordu. “Madde üç” dediğimi duydu mu bilmiyorum. Artık daima dinliyor, derin düşlere dalıyordu besbelli. Hem, dedim, senin okuduğun tarih kitaplarında Fatih’in tahta geçer geçmez bir yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmed’i boğdurduğu yazılıdır, değil mi? Bu yüzden de birçok kimse, “Kanunnâme”deki “kardeş katli”ni sözümona ‘emreden’ maddenin yazarı ve uygulayıcısı olduğuna inanır Fatih’in. Şayet bu kadar önem verilen bir “kanun” idiyse bu, neden aslını bulamıyorlar, söyler misin bana? Fatih’in pek çok kanunnamesi ve vakfiyesi bize ulaştığı halde, hatta bir tanesi sonradan türbesinde ortaya çıktığı halde, bu kanunname neden bulunamaz ve neden bir buçuk asır sonra yazılmış bazı defterlerin arasında okuruz onu da, Topkapı Sarayı’nda, yani tam da bulunması gerektiği arşivde yerinde yeller esmektedir?
“Bunları daha önce yazmıştınız sanki, okumuş gibiyim” dediğini duydum. Gayrı durmak ne mümkün. “Öyleyse bak ne anlatacağım sana” dedim. Yağmur şiddetlenmişti. Gözlerinde. Sesler duyuluyordu.
“İster inan, ister inanma. İstanbul Üniversitesi’nin eski hocalarından Profesör İsmail Hikmet Ertaylan’ın 1953′te basılan “Âdilşahiler: Hindistan’da Bir Türk-İslam Devleti” adlı kitabında şu mealde bir bilgi verilir: Fatih’in babası Sultan II. Murad, ömrünün son yıllarına tek oğulla girmenin üzüntüsünü yaşarmış. Nihayet ölümünden kısa bir süre önce Candaroğulları hanedanından aldığı Hatice Alime Hatun’dan (bir ‘prenses’) bir oğlu dünyaya gelmiş ve adını Ahmed koymuşlar. Babası Murad’ın ölümü üzerine tahta çıkan geleceğin Fatih’i Mehmed Çelebi ise fitne çıkabilir korkusuyla kardeşi Ahmed’in boğdurulmasını emredecek ve II. Murad’ın Bursa’ya yollanan tabutunu, mini mini bir tabut daha takip edecektir. Ancak bu tabutta, zannedildiği gibi kardeşi Ahmed değil, “alelacele tedarik edilen bir benzeri”, yani bir köle çocuğu son yolculuğuna çıkarılmıştır. Meğer Fatih’in üvey annesi olan Hatice Alime (veya Halime) Hatun, oğlu Ahmed’i bu oyunla cellatların elinden kurtarıp yurtdışına kaçırtmış, Bursa’daki türbeye ise zavallı köle çocuğun cesedi gömülmüştür.
“Yani?” “Yanisi şu” diyorum, “bu kitapta yazılanlar doğruysa Şehzade Ahmed öldürülmemiş, İran’a kaçırılmış. Burada büyümüş, tahsil ve terbiye gördükten sonra Hindistan’a gitmiş ve Behmeni Devleti’nin hizmetine girmiş; orada umur görmüş, yüksek makamlara kadar çıkmış. Gel gör ki, Behmenîler yıkılınca çok sayıda küçük devlet pıtrak gibi bitmiş onun toprakları üzerinde. Bunlardan birisi de merkezi Bicabur olan Adilşahiler Devleti olmuş. Bu devletin kurucusu ise Fatih’in, annesi tarafından İran’a kaçırılan kardeşi Şehzade Ahmed imiş.”
Sözüm bittiğinde gözlerindeki yağmur taneleri havada donmuş, buz kesmişti. “Bütün bunları nereden buluyorsunuz Allah aşkına?” sorusu karşısında dayanamayıp boşaltıyorum derûnumdakileri: “Ben onları değil, onlar beni buluyor aslında. Ben onları konuşmuyorum. Benim ağzımdan konuşan onlar. Hem sen Fatih Sultan Mehmed’in kayıp bir vasiyetnamesi olduğunu ve bunun Amerika’da keşfedildiğini işitmiş miydin?” Sorum, muhatabını bulamayan mermiler gibi salonun duvarlarında sekti, durdu. Hem size bir şey söyleyeyim mi: Erzurum’daki dostlar, yerdeki buzlardan değil, çatılarda susta bekleyen buzlardan sakınılmasını öğretmişlerdi bana. Ne zaman kopup başınıza düşeceği hiç belli olmazmış. Yanımda kim vardı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, dumanlı bir ağızdan çıkan, “Ne kadar da tarihe benziyor” sözleri oldu.
Mustafa Armağan
Yani Kardeş Katli’ni kanunlaştıran Fatih değil miydi? Bütün bildiklerimiz yanlış mı şimdi? Ne yalan söyleyeyim, hem rahatladım, hem de kafam allak bullak oldu…
Dışarıda soğuk eksi 10′u, saat 11′i vurmuş, sevdalı bir kalabalığın huzurundan Osmanlı selamıyla ayrılırken yağmur gözlü yiğitlerden birisi yanıma yaklaşmış, hayret kayığına bindirdiği kelimelerden sorular örüyordu habire. “O zaman şu…” Sözüne bıçak çekiyorum, “Var mısın”, diyorum, “buzdağının dibine dalmaya?” Tereddütle karışık bir “Varım” sözü tütüyor ağzından. “Gel o halde” diyorum bir sandalye çekerken yanıma, “şuradan başlayabiliriz dalmaya: Fatih İstanbul’u ne zaman fethetmişti?” Belli ki beklenmedik bir soru oluyor. Duraklıyor, kelimeleri dişiyle dudakları arasında iyice ezerek, “29 Mayıs 1453, değil mi?” diyebiliyor. Anlıyorum tabii, koskoca adam bu basit soruyu bana sorduğuna göre vardır bir hinlik diye kuşkuya yatmış vaziyette. “Bak” diyorum…
Bakıyor. “Madde bir”, diyorum, “Fatih İstanbul’u fethetmemişti!” Gözbebeklerinden Fesubhanallahlar düşüyor kalın buzların üzerine; zıplıyor, sesini duyuyoruz. “Fatih İstanbul’u değil, Kostantiniyye’yi fethetmişti” diyerek merakını gideriyorum hemen. Ardından ekliyorum Fatih sevdasında hepimize beş çeken Levon Panos Dabağyan’ın sözlerini yankılayarak, “Allah kimseye İstanbul’un fethini nasip etmesin”. Önce bunu bir kelime oyunu zannediyor, altını birkaç kez çizerek düşünüyor.
O düşünedursun, ben ikinci maddeyi seriyorum çarşaf gibi önüne: “Fatih İstanbul’u 1453′te değil, 857′de fethetmişti. Bir başka deyişle o, Peygamber-i Zişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretinden tam 857 yıl sonra giriyordu İstanbul’a. Zaten yolunu şaşırmış Miladi takvimle kutlu müjdeyi asırların üzerine sağanak gibi yağdıran bir adamın ne işi olabilirdi ki?”
“Kilid-i mülk-i İslam” tabiri Alvarlı Efe’nin kemâl pınarlarından taşmış, Erzurumluların gönül gözlerine bir lens gibi asılmıştı. Bunu gördüm Erzurum’dan tüten nefeslerin şehrin üzerinde kurduğu görünmez otağda. Bu kilidin içinde dönüyordu anahtarım. Yağmur gözlerinde yatağanlar uçuşuyordu. “Madde üç” dediğimi duydu mu bilmiyorum. Artık daima dinliyor, derin düşlere dalıyordu besbelli. Hem, dedim, senin okuduğun tarih kitaplarında Fatih’in tahta geçer geçmez bir yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmed’i boğdurduğu yazılıdır, değil mi? Bu yüzden de birçok kimse, “Kanunnâme”deki “kardeş katli”ni sözümona ‘emreden’ maddenin yazarı ve uygulayıcısı olduğuna inanır Fatih’in. Şayet bu kadar önem verilen bir “kanun” idiyse bu, neden aslını bulamıyorlar, söyler misin bana? Fatih’in pek çok kanunnamesi ve vakfiyesi bize ulaştığı halde, hatta bir tanesi sonradan türbesinde ortaya çıktığı halde, bu kanunname neden bulunamaz ve neden bir buçuk asır sonra yazılmış bazı defterlerin arasında okuruz onu da, Topkapı Sarayı’nda, yani tam da bulunması gerektiği arşivde yerinde yeller esmektedir?
“Bunları daha önce yazmıştınız sanki, okumuş gibiyim” dediğini duydum. Gayrı durmak ne mümkün. “Öyleyse bak ne anlatacağım sana” dedim. Yağmur şiddetlenmişti. Gözlerinde. Sesler duyuluyordu.
“İster inan, ister inanma. İstanbul Üniversitesi’nin eski hocalarından Profesör İsmail Hikmet Ertaylan’ın 1953′te basılan “Âdilşahiler: Hindistan’da Bir Türk-İslam Devleti” adlı kitabında şu mealde bir bilgi verilir: Fatih’in babası Sultan II. Murad, ömrünün son yıllarına tek oğulla girmenin üzüntüsünü yaşarmış. Nihayet ölümünden kısa bir süre önce Candaroğulları hanedanından aldığı Hatice Alime Hatun’dan (bir ‘prenses’) bir oğlu dünyaya gelmiş ve adını Ahmed koymuşlar. Babası Murad’ın ölümü üzerine tahta çıkan geleceğin Fatih’i Mehmed Çelebi ise fitne çıkabilir korkusuyla kardeşi Ahmed’in boğdurulmasını emredecek ve II. Murad’ın Bursa’ya yollanan tabutunu, mini mini bir tabut daha takip edecektir. Ancak bu tabutta, zannedildiği gibi kardeşi Ahmed değil, “alelacele tedarik edilen bir benzeri”, yani bir köle çocuğu son yolculuğuna çıkarılmıştır. Meğer Fatih’in üvey annesi olan Hatice Alime (veya Halime) Hatun, oğlu Ahmed’i bu oyunla cellatların elinden kurtarıp yurtdışına kaçırtmış, Bursa’daki türbeye ise zavallı köle çocuğun cesedi gömülmüştür.
“Yani?” “Yanisi şu” diyorum, “bu kitapta yazılanlar doğruysa Şehzade Ahmed öldürülmemiş, İran’a kaçırılmış. Burada büyümüş, tahsil ve terbiye gördükten sonra Hindistan’a gitmiş ve Behmeni Devleti’nin hizmetine girmiş; orada umur görmüş, yüksek makamlara kadar çıkmış. Gel gör ki, Behmenîler yıkılınca çok sayıda küçük devlet pıtrak gibi bitmiş onun toprakları üzerinde. Bunlardan birisi de merkezi Bicabur olan Adilşahiler Devleti olmuş. Bu devletin kurucusu ise Fatih’in, annesi tarafından İran’a kaçırılan kardeşi Şehzade Ahmed imiş.”
Sözüm bittiğinde gözlerindeki yağmur taneleri havada donmuş, buz kesmişti. “Bütün bunları nereden buluyorsunuz Allah aşkına?” sorusu karşısında dayanamayıp boşaltıyorum derûnumdakileri: “Ben onları değil, onlar beni buluyor aslında. Ben onları konuşmuyorum. Benim ağzımdan konuşan onlar. Hem sen Fatih Sultan Mehmed’in kayıp bir vasiyetnamesi olduğunu ve bunun Amerika’da keşfedildiğini işitmiş miydin?” Sorum, muhatabını bulamayan mermiler gibi salonun duvarlarında sekti, durdu. Hem size bir şey söyleyeyim mi: Erzurum’daki dostlar, yerdeki buzlardan değil, çatılarda susta bekleyen buzlardan sakınılmasını öğretmişlerdi bana. Ne zaman kopup başınıza düşeceği hiç belli olmazmış. Yanımda kim vardı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, dumanlı bir ağızdan çıkan, “Ne kadar da tarihe benziyor” sözleri oldu.
Mustafa Armağan
Kardeş Katli
- Bir idama halkın verdiği ağır tepki
- Fatih’in kardeşi Ahmed, Hind’e padişah olmuştu
- Kanuni ve Bayezid'in dokunaklı mektupları
- Kanuni, oğlu Mustafa’yı neden öldürttü?
- Kanuni’nin oğlu Şehzade Bayezid’in akıbeti
- Kardeş katli maddesi Fatih’in midir?
- Kardeş Katli’nin içyüzü
- Kardeş katlinin sırrı
- Osmanlı Sultanları Ve Halifeleri
- Sürgünde bir şehzade CEM SULTAN
- Şehzade Mustafa olayının detay kısmı